12 Ağu 2009

Özelinde Araplar, Genelinde Müslüman Dünyası Üzerine


Yıllardır ara ara arkadaş sohbetlerinde elbette hemen herkes şahit olmuştur. Söz toplumlar ve toplumların hijyen anlayışlarına geldi mi, mutlaka Araplar bir şekilde lafın içinde geçer. Neden? Herhalde bu sorunun cevabını aramaya dahi gerek yok.

Ve şüphesiz, "Bir şekilde örneğe gelme faslı"nın ardından konunun genel itibariyle kalkınmaya gelmesi de son derece doğal. Sadece ekonomik değil, aynı zamanda da medeniyet bazında sosyal kalkınma, davranışsal kalkınma tabiri caizse! Evet, açık konuşalım, dürüst olalım. Bu noktada Arapların ve genel itibariyle de İslam dünyasının bireylerinin; gerek toplumsal gerekse de bireysel bazda şapkalarını önlerine koyarak özeleştiri ortamını yaratma zorunluluğu artık tartışılmaz bir hal almıştır. Keza İslam dininin en önemli şartlarından birinin temiz olmak olduğu hesaba katıldığında, dünya Müslüman nüfusu "bu ne perhiz bu ne biçim lahana turşusu" dedirtmektedir malesef. Yanlış anlaşılmasın, bunun İslam diniyle bir alakası yok, mesele bireysel olarak da ele alınmamalı. Şüphesiz ki temiz olmanın o dinden veya bu dinden olmakla bir alakası olamaz. Ama bireyden topluma uzanan süreçte bir özeleştiri mutlaka şarttır. Keza artık tüm dünyada bu durum, İslam karşıtlarının ekmeğine yağ sürer hale gelmiştir. İşin daha da acı yanı, ülkemizde de hijyen sıkıntısının en can yakıcı haliyle yaşandığı yerlerin başında da cami tuvaletlerinin geliyor oluşudur.

Belki "Şimdi bu yazı da nerden çıktı?" diyenleriniz olacaktır. Malumunuz geçtiğimiz günlerde Ordu Valisi'nin hepimize itikat dersi vererek engin teoloji bilgisiyle ildeki tüm camilerin pisuvarlarını kaldırtma icraatinden sonra konu yine tuvaletlere geldi. Bu olayın da etkisiyle tabi, Türk medyasından da çeşitli yorumlar yükseldi.

Dün ve önceki gün, yani 10-11 Ağustos 2009 tarihli Cumhuriyet gazetelerinde iki tane yazı yayınlandı. Birbiriyle gerek konu gerekse de kaynak olarak pek, hatta hemen hiç alakası olmayan bu iki yazı, aslında bir takım ortak niteliklere sahip. Zaten yazılardan biri gazetenin "DIŞ BASIN" bölümünde International Herald Tribune gazetesinden alıntı olarak Türkçe çevirisi yayınlanmış olan bir makale, diğeri ise Işıl Özgentürk'ün günlük köşe yazısı.

Uzun lafın kısası, yazıların ve içeriklerin tartışmasına girmeden sadece "ANLAYANA!" diyorum ve bu iki yazıyla sizleri baş başa bırakıyorum.

Sevgilerimle,

Bora



Otokratik hükümetlerin en büyük zafiyeti devleti ‘insani güvenliğe’ yönelik bir tehdide dönüştürmek

Arap dünyasının inatçı engelleri

Arap İnsani Gelişme raporuna göre, 1980’den sonraki yaklaşık 25 yıl boyunca bölgede hemen hemen hiçbir gelişme kaydedilemedi. Petrolden gelen paraya karşın (belki de bu para yüzünden) bilimsel araştırma, gelişme, bilgi endüstrileri alanlarına yatırım yapılmadı. Onun yerine hükümet işleri ve kontratları baskın çıktı.

THOMAS L. FRIEDMAN

RAMALLAH, BATI ŞERİA - Birleşmiş Milletler Gelişme Programı, 2002 yılında, ilk defa Arap dünyasını geri bırakan faktörlerin cesaretle incelendiği bir Arap İnsani Gelişme Raporu yayımladı. Raporda özgürlükler, kadınların yetkilendirilmesi ve bilgi yaratma konularındaki eksiklikler ayrıntılı biçimde ele alındı. Son derece ciddi istatistiklerle desteklenen bir rapordu; sadece Yunanistan’ın Rumcadan İngilizceye tercüme ettiği kitap sayısı bütün Arap dünyasının İngilizceye tercüme ettiğinin beş katı; yalnızca İspanya’nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası 22 Arap ülkesininkinin toplamından daha fazla; okuma yazma bilmeyen Arapların sayısı 65 milyon gibi... Bu, Arap akademisyenlerin ortaya çıkardığı rahatsız edici bir tabloydu. 11 Eylül’den kısa bir süre sonra ortaya çıkan rapor aşırı dincilerin kolay avı haline gelmiş kızgın ve işsiz gençlik gruplarını yaratan, Arap dünyasını hırpalayan kötü yönetime konulmuş bir teşhis gibiydi. BM Gelişme Programı, yeni bir grup Arap akademisyen ile birlikte geçen hafta, bir Arap İnsani Gelişme raporu daha yayımladı. Bu iyi bir haberdi. Ama bir de kötü haber var. Arap dünyasında işler daha da kötüye gitmişti. Ne var ki Arap hükümetler bunu duymak istemiyorlar. Yeni raporun hazırlanmasını tetikleyen etmen, insani gelişimin önündeki engellerin Arap dünyasında niçin bu kadar “inatçı” olduğunu ortaya çıkarmak isteği idi. 2009 raporunun yaklaşık 100 Arap yazarının dile getirdiği şu oldu; insani güvenlik -yaşam güvenliğini sağlayan maddi ve manevi temeller, çoğunluk için mali, siyasi ve sosyal kişisel güvenlik duygusu- bunlar insani gelişmenin ön koşulu olan faktörler. Bu faktörlerin Arap ülkelerindeki yaygın mahrumiyeti bu ülkelerin gelişimini engelledi.

Nüfus patlaması

Yazarlar bugün Arap bölgesindeki insani güvenliği zayıflatan birçok faktöre değiniyor. Çevresel bozulmadan başlayan, çölleşme, su sıkıntısı ve nüfus patlamasının oluşturduğu zehirli bileşime kadar giden bir dizi etmenden söz ediyor. 1980’de Arap bölgesinde 150 milyon kişi yaşıyordu. 2007’de bölge 317 milyon kişiye evsahipliği yapar oldu. 2015’te nüfusun 395 milyon olacağı tahmin ediliyor. Bu nüfusun yüzde 60 kadarı 25 yaş altı. 2020’ye kadar 51 milyon yeni işgücüne gereksinim duyulacak. Arapların güvensizlik duygusuna yol açan bir başka inatçı kaynak da işsizlik. Rapor, “1980’den sonraki yaklaşık 25 yıl boyunca bölgede hemen hemen hiçbir gelişme kaydedilemediğini” saptadı. Petrolden gelen paraya karşın (belki de bu para yüzünden) bilimsel araştırma, gelişme, bilgi endüstrileri ve inovasyon alanlarına yatırım yapılmadı. Onun yerine hükümet işleri ve kontratları baskın çıktı. “İnsani güvensizlik” kaynağının bir nedeni de, otokratik ve temsili olmayan Arap hükümetlerinin en büyük zafiyeti, devletin “insani güvenliğin” destekçisi olmasını sağlamak yerine, devleti “insani güvenliğe” yönelik bir tehdide dönüştürmek. Eğer Filistin hükümetinin Batı Şeria’daki yerine, Ramallah’a gelmeseydim, bu rapor beni ümitsizliğe sürükleyebilirdi.

‘Arafatizm’e meydan okuma

Uzun soluklu müzikaller Broadway için neyse, İsrail-Filistin çatışması da Ortadoğu için odur. Orası bütün iyi ve kötü fikirlerin önceden test edildiği yerdir. Eski bir IMF ekonomisti olan Filistin Başbakanı Selam Feyyad Arap yönetimlerinde bugüne kadar ortaya atılmış en heyecan verici fikri test ediyor. Ben buna “Feyyadizm” diyorum. Buna göre bir Arap liderinin meşruiyeti sloganları, kişilik kültü veya güvenlik sistemini değil; şeffaf, sorumlu yönetim ve hizmetleri temel almalıdır. Haziran 2007’de Hamas, Gazze’de gücü ele geçirdikten sonra başbakan olan eski maliye bakanı Feyyad günümüzdeki başka hiçbir Arap liderine benzemiyor. Ateşli bir Filistin milliyetçisi ama bütün stratejisi şunu söylemek: “Devletimizi yüksek kaliteli finans, polis, sosyal hizmetler kurumlarıyla ne kadar çabuk yapılandırırsak bağımsızlık hakkımızı o kadar çabuk emniyete alırız.” Ben bunu, önce Filistin haklarına, sonra devlet kurumlarına odaklanan ve sonunda hiçbirinde bir şey üretemeyen “Arafatizm”e bir meydan okuma olarak görüyorum. Batı Şeria’da Feyyadizm, Filistin güvenlik güçlerindeki düzelme, İsrail’in kontrol noktalarını kaldırması sayesinde işler gerçekten daha iyiye gidiyor. 2008 yılında yaklaşık 1200 yeni firma lisans için başvuruda bulundu. IMF’ye göre Batı Şeria ekonomisi bu yıl yüzde 7 büyüyebilir.

Burada dürüstlüğü ile nam salmış Feyyad, yaklaşımının “insanlara kim olduğunu, ne yapmaya niyetlendiğini anlatmak ve onu gerçekten yapmak” olduğunu söylüyor. Büyük ideolojilerin Araplar için bir işe yaramadığı bir zamanda Feyyad, başardıklarıyla meşruiyet kazanmış bir hükümet istediğini söylüyor. Burada oldukça yeni şeyler oluyor. Filistin davasının Arapların gözündeki önem dikkate alındığında eğer Feyyadizm işe yararsa dünyanın bu bölgesinde yeni bir akım başlayabilir denilebilir. Arap insani güvenliğini geliştirmek adına yapılabilecek en iyi şey, “iyi ve sorumlu hükümet”.

İngilizceden çeviren: Çimen Turunç Baturalp (International Herald Tribune, 4 Ağustos 2009)


IŞIL ÖZGENTÜRK



Eşeğin Kuyruğu Gibi Uzayan Tuvalet Maceramız

Bir ülkenin gelişmişliğin neresinde olduğunu, sosyal ve rakamsal veriler de dahil hiçbir şey tuvalet terbiyesi kadar belli etmez. İnsana sorarlar, bu ülkede bir yıl içinde kaç ton tuvalet kâğıdı tüketiliyor? Bu rakamın 70 milyonluk ülkemizde yüzümüzü ağartacak kadar olmadığını istatistiklere gerek yok hepimiz biliyoruz.

Ne yazık ki, halkının ezici bir çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkemizde tuvalet temizliği bir türlü başarılamayan bir iştir. Büyük şirketlerin sık sık “temiz tuvalet” kampanyaları düzenlemelerini başka nasıl açıklarsınız?

Bizde bir söz var, “Avrupa oturaklara def-i hacet yaparken bizde tuvalet vardı.” Yani demek isteriz ki, biz çok temiz bir milletiz ve bu bizde imandan gelir. “En büyük ve kudretli erkek, Türk erkeğidir!” gibi bu da müthiş bir palavra!

Öyle değil, ne yazık ki, memlekette bini ancak bulan çok lüks restoranlar ve oteller dışında tuvaletlerimiz pistir. Bunun için Bitlis’e, Muş’a gitmeye gerek yok, daha geçenlerde Beyoğlu’nda özellikle yazar-çizer takımının gittiği iki ayrı mekânda tuvalete gittim, birinde kokudan durulmuyordu, ötekinde insanın başına düşecek gibi duran tavandan akan suyla ıslandım. Bu suyun ne kadar temiz olduğu şüphe götürür. Sorduğumda aldığım cevaplar şaşırtıcıydı, Beyoğlu’nun altyapısı eski olduğundan bu tip durumlarla karşılaşılıyormuş. Kardeşim öyleyse altyapıyı onart, çünkü bir limonatadan on lira alıyorsun.

Kısaca ülkemizde tuvalet temizliği en olması gereken mekânlarda bile henüz başarılamamıştır. Bu konuda sık sık düşünürüm, örneğin Yunanistan’ın küçücük adalarında, hangi mekâna girerseniz girin, tuvaletlere bal dök yala, öyle temizdir, neden?

Bilemiyorum, bildiğim şu ki, karayoluyla gittiğim İstanbul Katmandu yolunda Ankara’dan sonra tuvaletler sorun olmaya başlamıştı, İran’da biraz rahatlamıştık ama Pakistan ve Hindistan bu konuda felaketti. Sonunda herkes açık hava tuvaletini tercih eder olmuştu.

Tuvalet konusunun ülkemizde gerçek bir sorun olduğunu, bir proje sayesinde iyice anlamıştım. Bu projede askere alınan kişilere verilecek eğitimin başında tuvalet eğitimi yer alıyordu.

Yani, Aliler mektebinde okuma yazmadan önce neredeyse bir aya yakın bir zaman çok ciddi bir tuvalet eğitimi vardı.

Bu bilgi burada dursun, biz şimdi biraz da ibadet edilen yerlerdeki tuvalet kültüründen söz edelim. Kentlerde umumi tuvaletler az olduğu için sıkışık zamanlarda cami tuvaletlerini sık sık kullanırım. Ve bunların büyük bir kısmının son derece pis olduğu su götürmez bir gerçektir. Beni şaşırtan son derece temiz bir din olduğu söylenen Müslümanlıkla, bu pisliğin nasıl uyuştuğu? Demek ki, bir sakatlık var, durum böyle olunca kendilerini kentlerden sorumlu tutan valilerin tuvalet meselesine el atmaları bana hiç de gereksiz gelmiyor ama bunu usturuplu yapacaksın.

Örneğin Ordu valisi, camilerdeki pisuvarları çok kirli bulmuş, “Bunları kaldırın,” demiş ve “pisuvarın itikadımıza ters olduğunu” söylemiş ve müftü vekili de “Valimizin talebini uygun bulduk” demiş, “pisuvar zaten dinen de mekruh sayılır.”

İşte ben buna deli oluyorum, vali ve müftü pisuvarların mekruh olduğunu nereden okumuşlar. Pisuvar 19. yüzyılın işi, hangi hadis, hangi sünnet bunu yazıyor. İşte tehlike burada, tuvalet meselesinde bile kendilerini peygamber sanan kamu görevlilerinde.

Sadece kamu görevlileri mi, ülkedeki çağdaş yaşamın getirdiği yaşam tarzına karşı farklı bir yaşam tarzını inatla savunmak ve bu konuda tuvaletlerin biçimlerini bile değiştirmek özel sektöre de yansıdı.

Örneğin Antalya’dan İstanbul’a karayoluyla geldim ve çok lüks tesislerde bile iki yıl önce alafranga olan tuvaletlerin değiştirilip yerine alaturka tuvaletler yapıldığını gördüm. Diyeceksiniz ki, alaturka tuvalet daha sıhhidir. Hadi canım, yapmayın, bu da ağır palavralardan biri. Ben size şunu söyleyeyim, dizlerinden rahatsız bir arkadaşım yanımdaydı ve tuvalet onun için bir azaba dönüştü.

Bırakalım her işi şu tuvalet meselesini bir konuşalım, herkesin sıkıştığı bir an vardır.

Not: Yazıdaki fotoğraf Efes Antik Kenti’nin tuvaletlerini gösteriyor. Ömürlerinin büyük kısmını hamamda geçiren Romalılar, tuvalet hijyenini ve rahatlığını antik çağda çözmüşler. Helal olsun.

Hiç yorum yok: