17 Şub 2011

Ah buyukelci ah!

Son gunlerde, yillardir Turkiye'nin kanayan yaralarindan biri olan basin ozgurlugu yine tartisma konusu. Ancak bu sefer bir farkla, ABD buyukelcisi Joseph Ricciardone'nin aciklamalari buna sebep oldu.

`Anlayamiyoruz, anlatin da anlayalim` dedi Ricciardone. Haksiz da sayilmaz. Yillardir zaten tarihinde 107 gazetecinin suikaste kurban gittigi, binlerce gazetecinin hapis yattigi bir ulkede, bir de ustune Oda TV'nin yoneticilerinin bir anda(!) gozaltina alinmasi sonucu boyle bir aciklama geldi. Tabi ki hukumet sozculeri de bos durmadi, AKP'den aninda yanit: `Islerimize burnunuzu sokmayin!` Birgun sonrasinda, yani bugun de bir baska aciklama: `Turkiye'deki basin ozgurlugu ABD'den daha fazla`. Ister istemez soruyor insan:

1) Hangi basin ozgurlugunden bahsediyorsunuz ki herhangi bir ulkeden daha fazla olsun? Varolussal bir soru...

2) Olcunuz ABD mi? Yoksa acaba `ulkemizdeki demokrasi ve ozgurlukleri nasil gelistirebiliriz?` seklinde kendinizi rakip alacak ozguveniniz var mi?

3) AB ile yapilan muzakerelerde her seferinde basin ozgurlugu sebebiyle firca yiyen bir hukumet olarak kendinizi herhangi bir ulkeyle mukayese etmeye muktedir gormeniz de dunya tarihindeki hangi paradoksla mukayese edilebilir?

4) Ve son soru, soz konusu kuresel gucler icraatlerinizi desteklerken hersey gulluk gulistanlik da, olumsuz herhangi bir yorum yaptiklarinda mi magdur oldunuz?

Sorular yanit beklerken, bir de ulke tarihinde bir ilk(!) niteligini tasiyan su nokta var: Secim oncesi magdur edebiyatini cok gorduk de, anti-emperyalist magdur edebiyatini pek gormemistik. Tebrikler ve ilahi AKP!

29 Oca 2011

Su Arena...

Uzun suredir bekliyordu insanlar, ve o gun geldi catti...


15 Ocak 2011, Turk Telekom arena kapilarini acti...


Taraftariyla yoneticisiyle basta Galatasaray camiasi olmak uzere, tum Turkiye'nin eli kulaginda bekledigi, ulkenin en yeni, ve simdilik en guzel stadyumu kapilarini acti. Bakanlardan birinin de belirttigi gibi, 2020 adayligi icin dahi Turkiye'nin elini guclendirecek bir projeydi Turk Telekom Arena.


Acilis seremonisi, bayraklar alindi, Ali Sami Yen'den sembolik tasinmayla konvoy Seyrantepe'ye vardi. Torenler, konusmalar, Kenan Dogulu konseri, ve ilk mac. 0-0 esitlikle biten Galatasaray – Ajax dostluk maci. Ama tatsiz gecti acilis...


Keza basbakan gene protesto edildi, gecen yazki `basket dunya kupasi sendromu` gibi! Ardindan Galatasaray'da `ic karisiklik`, taraftarlarin eylemleri, Adnan Polat'in halen suren basbakanin gonlunu alma cabalari, ha bir de eski baskanlardan Polat'a tam destek, ortalik karisti ve halen de aslinda tam olarak durulmus degil.


O gun ne olmustu? Yuhaladi taraftarlarin bir kismi, sinirlendi basbakan. Bakanlar da burunlarindan soluyor, kulubun baskani Adnan Polat ozur diliyor. Sorumlularin bulunacaginin ''mujdesini'' veriyor. Yine olan oldu, peki ulkenin su hayra alamet gorunmeyen halinde, hadi bir beyin firtinasi yapalim biz de. Bundan sonra olabilecekler!


Galatasaray'a vergi cezasi: Olur mu olur, GS Store'larda vergi kacakciligi, stadta kacak elektrik kullanimi, mesela yani!


Galatasaray'a Avrupa kupalari yasagi: Bu kulup darbecidir, Avrupa demokrasisini haketmiyor diyerek koy 5 sene yasagi, bi de oyunculara kulup baskanina yurtdisi yasagi, oh oldu bitti! Tum oyuunculari da tikarsin iceri, iddianame okunana kadar alayi 35 yasini gecer zaten en genc oyuncu dahil, sonra da cikarlar tahliye ustu jubile maci gostermelik!


Icki yasagi: Galatasaray adinda paravan alkollu icecek sirketi kurdur, bunu da bahane edip kulube isim degistirme baskisi yap, olsun bitsin bi de isimsiz kalsinlar...


Renk yasagi: Nasil unuttuk yillarca yahu, ne bu boyle sari – kirmizi pankart rengi gibi! Yillarca anarsist oynatmisiz sahalarda da haberimiz yok!


Galatasaray Lisesi: Lise vatana millete zararli adam yetistiriyor belli ki, yoksa niye takiminin stadinda boyle ayip seyler olsun! Osmanli doneminde de kurulmus malum, burasi Kuran kursu olsun bundan boyle! Fransiz buyukelcisini de Disisleri'ne cagirip bir guzel firca kayar bizimkiler, o Fransizlar da az degil vardir onlarin da parmagi bu iste, Fransiz lisesi degil mi ya!


Ezeli rekabet: Bundan boyle Fener'e hep destek, tam destek! Zaten basbakanimiz da Fenerli, her yol Kadikoy'e cikar bundan boyle, zaten Uskudar'a da daha yakin Saracoglu!


Simdilik bu turden onlemler alinabilir, sen TOKI'ye yaptir o stadi, oldu mu ya su yasananlar! Bu onlemler de tutmazsa, alirim ulan stadi geri! Kesiyim mi ulan topunuzu, kesiyim mi!

12 Ağu 2009

Özelinde Araplar, Genelinde Müslüman Dünyası Üzerine


Yıllardır ara ara arkadaş sohbetlerinde elbette hemen herkes şahit olmuştur. Söz toplumlar ve toplumların hijyen anlayışlarına geldi mi, mutlaka Araplar bir şekilde lafın içinde geçer. Neden? Herhalde bu sorunun cevabını aramaya dahi gerek yok.

Ve şüphesiz, "Bir şekilde örneğe gelme faslı"nın ardından konunun genel itibariyle kalkınmaya gelmesi de son derece doğal. Sadece ekonomik değil, aynı zamanda da medeniyet bazında sosyal kalkınma, davranışsal kalkınma tabiri caizse! Evet, açık konuşalım, dürüst olalım. Bu noktada Arapların ve genel itibariyle de İslam dünyasının bireylerinin; gerek toplumsal gerekse de bireysel bazda şapkalarını önlerine koyarak özeleştiri ortamını yaratma zorunluluğu artık tartışılmaz bir hal almıştır. Keza İslam dininin en önemli şartlarından birinin temiz olmak olduğu hesaba katıldığında, dünya Müslüman nüfusu "bu ne perhiz bu ne biçim lahana turşusu" dedirtmektedir malesef. Yanlış anlaşılmasın, bunun İslam diniyle bir alakası yok, mesele bireysel olarak da ele alınmamalı. Şüphesiz ki temiz olmanın o dinden veya bu dinden olmakla bir alakası olamaz. Ama bireyden topluma uzanan süreçte bir özeleştiri mutlaka şarttır. Keza artık tüm dünyada bu durum, İslam karşıtlarının ekmeğine yağ sürer hale gelmiştir. İşin daha da acı yanı, ülkemizde de hijyen sıkıntısının en can yakıcı haliyle yaşandığı yerlerin başında da cami tuvaletlerinin geliyor oluşudur.

Belki "Şimdi bu yazı da nerden çıktı?" diyenleriniz olacaktır. Malumunuz geçtiğimiz günlerde Ordu Valisi'nin hepimize itikat dersi vererek engin teoloji bilgisiyle ildeki tüm camilerin pisuvarlarını kaldırtma icraatinden sonra konu yine tuvaletlere geldi. Bu olayın da etkisiyle tabi, Türk medyasından da çeşitli yorumlar yükseldi.

Dün ve önceki gün, yani 10-11 Ağustos 2009 tarihli Cumhuriyet gazetelerinde iki tane yazı yayınlandı. Birbiriyle gerek konu gerekse de kaynak olarak pek, hatta hemen hiç alakası olmayan bu iki yazı, aslında bir takım ortak niteliklere sahip. Zaten yazılardan biri gazetenin "DIŞ BASIN" bölümünde International Herald Tribune gazetesinden alıntı olarak Türkçe çevirisi yayınlanmış olan bir makale, diğeri ise Işıl Özgentürk'ün günlük köşe yazısı.

Uzun lafın kısası, yazıların ve içeriklerin tartışmasına girmeden sadece "ANLAYANA!" diyorum ve bu iki yazıyla sizleri baş başa bırakıyorum.

Sevgilerimle,

Bora



Otokratik hükümetlerin en büyük zafiyeti devleti ‘insani güvenliğe’ yönelik bir tehdide dönüştürmek

Arap dünyasının inatçı engelleri

Arap İnsani Gelişme raporuna göre, 1980’den sonraki yaklaşık 25 yıl boyunca bölgede hemen hemen hiçbir gelişme kaydedilemedi. Petrolden gelen paraya karşın (belki de bu para yüzünden) bilimsel araştırma, gelişme, bilgi endüstrileri alanlarına yatırım yapılmadı. Onun yerine hükümet işleri ve kontratları baskın çıktı.

THOMAS L. FRIEDMAN

RAMALLAH, BATI ŞERİA - Birleşmiş Milletler Gelişme Programı, 2002 yılında, ilk defa Arap dünyasını geri bırakan faktörlerin cesaretle incelendiği bir Arap İnsani Gelişme Raporu yayımladı. Raporda özgürlükler, kadınların yetkilendirilmesi ve bilgi yaratma konularındaki eksiklikler ayrıntılı biçimde ele alındı. Son derece ciddi istatistiklerle desteklenen bir rapordu; sadece Yunanistan’ın Rumcadan İngilizceye tercüme ettiği kitap sayısı bütün Arap dünyasının İngilizceye tercüme ettiğinin beş katı; yalnızca İspanya’nın Gayri Safi Yurtiçi Hasılası 22 Arap ülkesininkinin toplamından daha fazla; okuma yazma bilmeyen Arapların sayısı 65 milyon gibi... Bu, Arap akademisyenlerin ortaya çıkardığı rahatsız edici bir tabloydu. 11 Eylül’den kısa bir süre sonra ortaya çıkan rapor aşırı dincilerin kolay avı haline gelmiş kızgın ve işsiz gençlik gruplarını yaratan, Arap dünyasını hırpalayan kötü yönetime konulmuş bir teşhis gibiydi. BM Gelişme Programı, yeni bir grup Arap akademisyen ile birlikte geçen hafta, bir Arap İnsani Gelişme raporu daha yayımladı. Bu iyi bir haberdi. Ama bir de kötü haber var. Arap dünyasında işler daha da kötüye gitmişti. Ne var ki Arap hükümetler bunu duymak istemiyorlar. Yeni raporun hazırlanmasını tetikleyen etmen, insani gelişimin önündeki engellerin Arap dünyasında niçin bu kadar “inatçı” olduğunu ortaya çıkarmak isteği idi. 2009 raporunun yaklaşık 100 Arap yazarının dile getirdiği şu oldu; insani güvenlik -yaşam güvenliğini sağlayan maddi ve manevi temeller, çoğunluk için mali, siyasi ve sosyal kişisel güvenlik duygusu- bunlar insani gelişmenin ön koşulu olan faktörler. Bu faktörlerin Arap ülkelerindeki yaygın mahrumiyeti bu ülkelerin gelişimini engelledi.

Nüfus patlaması

Yazarlar bugün Arap bölgesindeki insani güvenliği zayıflatan birçok faktöre değiniyor. Çevresel bozulmadan başlayan, çölleşme, su sıkıntısı ve nüfus patlamasının oluşturduğu zehirli bileşime kadar giden bir dizi etmenden söz ediyor. 1980’de Arap bölgesinde 150 milyon kişi yaşıyordu. 2007’de bölge 317 milyon kişiye evsahipliği yapar oldu. 2015’te nüfusun 395 milyon olacağı tahmin ediliyor. Bu nüfusun yüzde 60 kadarı 25 yaş altı. 2020’ye kadar 51 milyon yeni işgücüne gereksinim duyulacak. Arapların güvensizlik duygusuna yol açan bir başka inatçı kaynak da işsizlik. Rapor, “1980’den sonraki yaklaşık 25 yıl boyunca bölgede hemen hemen hiçbir gelişme kaydedilemediğini” saptadı. Petrolden gelen paraya karşın (belki de bu para yüzünden) bilimsel araştırma, gelişme, bilgi endüstrileri ve inovasyon alanlarına yatırım yapılmadı. Onun yerine hükümet işleri ve kontratları baskın çıktı. “İnsani güvensizlik” kaynağının bir nedeni de, otokratik ve temsili olmayan Arap hükümetlerinin en büyük zafiyeti, devletin “insani güvenliğin” destekçisi olmasını sağlamak yerine, devleti “insani güvenliğe” yönelik bir tehdide dönüştürmek. Eğer Filistin hükümetinin Batı Şeria’daki yerine, Ramallah’a gelmeseydim, bu rapor beni ümitsizliğe sürükleyebilirdi.

‘Arafatizm’e meydan okuma

Uzun soluklu müzikaller Broadway için neyse, İsrail-Filistin çatışması da Ortadoğu için odur. Orası bütün iyi ve kötü fikirlerin önceden test edildiği yerdir. Eski bir IMF ekonomisti olan Filistin Başbakanı Selam Feyyad Arap yönetimlerinde bugüne kadar ortaya atılmış en heyecan verici fikri test ediyor. Ben buna “Feyyadizm” diyorum. Buna göre bir Arap liderinin meşruiyeti sloganları, kişilik kültü veya güvenlik sistemini değil; şeffaf, sorumlu yönetim ve hizmetleri temel almalıdır. Haziran 2007’de Hamas, Gazze’de gücü ele geçirdikten sonra başbakan olan eski maliye bakanı Feyyad günümüzdeki başka hiçbir Arap liderine benzemiyor. Ateşli bir Filistin milliyetçisi ama bütün stratejisi şunu söylemek: “Devletimizi yüksek kaliteli finans, polis, sosyal hizmetler kurumlarıyla ne kadar çabuk yapılandırırsak bağımsızlık hakkımızı o kadar çabuk emniyete alırız.” Ben bunu, önce Filistin haklarına, sonra devlet kurumlarına odaklanan ve sonunda hiçbirinde bir şey üretemeyen “Arafatizm”e bir meydan okuma olarak görüyorum. Batı Şeria’da Feyyadizm, Filistin güvenlik güçlerindeki düzelme, İsrail’in kontrol noktalarını kaldırması sayesinde işler gerçekten daha iyiye gidiyor. 2008 yılında yaklaşık 1200 yeni firma lisans için başvuruda bulundu. IMF’ye göre Batı Şeria ekonomisi bu yıl yüzde 7 büyüyebilir.

Burada dürüstlüğü ile nam salmış Feyyad, yaklaşımının “insanlara kim olduğunu, ne yapmaya niyetlendiğini anlatmak ve onu gerçekten yapmak” olduğunu söylüyor. Büyük ideolojilerin Araplar için bir işe yaramadığı bir zamanda Feyyad, başardıklarıyla meşruiyet kazanmış bir hükümet istediğini söylüyor. Burada oldukça yeni şeyler oluyor. Filistin davasının Arapların gözündeki önem dikkate alındığında eğer Feyyadizm işe yararsa dünyanın bu bölgesinde yeni bir akım başlayabilir denilebilir. Arap insani güvenliğini geliştirmek adına yapılabilecek en iyi şey, “iyi ve sorumlu hükümet”.

İngilizceden çeviren: Çimen Turunç Baturalp (International Herald Tribune, 4 Ağustos 2009)


IŞIL ÖZGENTÜRK



Eşeğin Kuyruğu Gibi Uzayan Tuvalet Maceramız

Bir ülkenin gelişmişliğin neresinde olduğunu, sosyal ve rakamsal veriler de dahil hiçbir şey tuvalet terbiyesi kadar belli etmez. İnsana sorarlar, bu ülkede bir yıl içinde kaç ton tuvalet kâğıdı tüketiliyor? Bu rakamın 70 milyonluk ülkemizde yüzümüzü ağartacak kadar olmadığını istatistiklere gerek yok hepimiz biliyoruz.

Ne yazık ki, halkının ezici bir çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkemizde tuvalet temizliği bir türlü başarılamayan bir iştir. Büyük şirketlerin sık sık “temiz tuvalet” kampanyaları düzenlemelerini başka nasıl açıklarsınız?

Bizde bir söz var, “Avrupa oturaklara def-i hacet yaparken bizde tuvalet vardı.” Yani demek isteriz ki, biz çok temiz bir milletiz ve bu bizde imandan gelir. “En büyük ve kudretli erkek, Türk erkeğidir!” gibi bu da müthiş bir palavra!

Öyle değil, ne yazık ki, memlekette bini ancak bulan çok lüks restoranlar ve oteller dışında tuvaletlerimiz pistir. Bunun için Bitlis’e, Muş’a gitmeye gerek yok, daha geçenlerde Beyoğlu’nda özellikle yazar-çizer takımının gittiği iki ayrı mekânda tuvalete gittim, birinde kokudan durulmuyordu, ötekinde insanın başına düşecek gibi duran tavandan akan suyla ıslandım. Bu suyun ne kadar temiz olduğu şüphe götürür. Sorduğumda aldığım cevaplar şaşırtıcıydı, Beyoğlu’nun altyapısı eski olduğundan bu tip durumlarla karşılaşılıyormuş. Kardeşim öyleyse altyapıyı onart, çünkü bir limonatadan on lira alıyorsun.

Kısaca ülkemizde tuvalet temizliği en olması gereken mekânlarda bile henüz başarılamamıştır. Bu konuda sık sık düşünürüm, örneğin Yunanistan’ın küçücük adalarında, hangi mekâna girerseniz girin, tuvaletlere bal dök yala, öyle temizdir, neden?

Bilemiyorum, bildiğim şu ki, karayoluyla gittiğim İstanbul Katmandu yolunda Ankara’dan sonra tuvaletler sorun olmaya başlamıştı, İran’da biraz rahatlamıştık ama Pakistan ve Hindistan bu konuda felaketti. Sonunda herkes açık hava tuvaletini tercih eder olmuştu.

Tuvalet konusunun ülkemizde gerçek bir sorun olduğunu, bir proje sayesinde iyice anlamıştım. Bu projede askere alınan kişilere verilecek eğitimin başında tuvalet eğitimi yer alıyordu.

Yani, Aliler mektebinde okuma yazmadan önce neredeyse bir aya yakın bir zaman çok ciddi bir tuvalet eğitimi vardı.

Bu bilgi burada dursun, biz şimdi biraz da ibadet edilen yerlerdeki tuvalet kültüründen söz edelim. Kentlerde umumi tuvaletler az olduğu için sıkışık zamanlarda cami tuvaletlerini sık sık kullanırım. Ve bunların büyük bir kısmının son derece pis olduğu su götürmez bir gerçektir. Beni şaşırtan son derece temiz bir din olduğu söylenen Müslümanlıkla, bu pisliğin nasıl uyuştuğu? Demek ki, bir sakatlık var, durum böyle olunca kendilerini kentlerden sorumlu tutan valilerin tuvalet meselesine el atmaları bana hiç de gereksiz gelmiyor ama bunu usturuplu yapacaksın.

Örneğin Ordu valisi, camilerdeki pisuvarları çok kirli bulmuş, “Bunları kaldırın,” demiş ve “pisuvarın itikadımıza ters olduğunu” söylemiş ve müftü vekili de “Valimizin talebini uygun bulduk” demiş, “pisuvar zaten dinen de mekruh sayılır.”

İşte ben buna deli oluyorum, vali ve müftü pisuvarların mekruh olduğunu nereden okumuşlar. Pisuvar 19. yüzyılın işi, hangi hadis, hangi sünnet bunu yazıyor. İşte tehlike burada, tuvalet meselesinde bile kendilerini peygamber sanan kamu görevlilerinde.

Sadece kamu görevlileri mi, ülkedeki çağdaş yaşamın getirdiği yaşam tarzına karşı farklı bir yaşam tarzını inatla savunmak ve bu konuda tuvaletlerin biçimlerini bile değiştirmek özel sektöre de yansıdı.

Örneğin Antalya’dan İstanbul’a karayoluyla geldim ve çok lüks tesislerde bile iki yıl önce alafranga olan tuvaletlerin değiştirilip yerine alaturka tuvaletler yapıldığını gördüm. Diyeceksiniz ki, alaturka tuvalet daha sıhhidir. Hadi canım, yapmayın, bu da ağır palavralardan biri. Ben size şunu söyleyeyim, dizlerinden rahatsız bir arkadaşım yanımdaydı ve tuvalet onun için bir azaba dönüştü.

Bırakalım her işi şu tuvalet meselesini bir konuşalım, herkesin sıkıştığı bir an vardır.

Not: Yazıdaki fotoğraf Efes Antik Kenti’nin tuvaletlerini gösteriyor. Ömürlerinin büyük kısmını hamamda geçiren Romalılar, tuvalet hijyenini ve rahatlığını antik çağda çözmüşler. Helal olsun.

9 Tem 2009

AP: Avrupa Paradoksu!

AP: Avrupa Paradoksu!

Aradan haftalar geçti, lakin gündemin sıcak başlıklarından biri malum hala Avrupa Parlamentosu seçimleri ve sonuçları. Tam da unuttuk derken, geçtiğimiz salı Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında yine bu konuya değinmesi, seçimlerin Türk kamuoyu için ne denli önemli olduğunu göstermiş oldu. Bu seçimler gerçekten başta kendi kaderlerini belirleyecek olan AB ülkesi vatandaşları olmak üzere, herkes için oldukça şaşırtıcıydı. Yani aslında ilk defa yapılmıyordu belki ama, evet ilklerin seçimiydi.
Ve evlere şenlik bir seçim süreciydi!
Bir kere son 30 yılın en düşük katılımlı seçimi oldu. İşte seçimin ardından hafızalarımıza kazınan birkaç enteresan anekdot:
Başta İngiltere olmak üzere (ki İngiliz halkı tarihlerinin en düşük katılımını göstererek konuyla ne kadar alakadar olduklarını da ispat etmiş oldular) bir çok ülkede rekor düzeyde düşük katılım gösterildi. Toplam oy kullanım oranı başta AP olmak üzere Avrupa Birliği’ndeki başlıca kurumların tüm teşvik edici kampanyalarına karşın hayal kırıklığını engelleyemedi ve seçimlere katılım “tarihi rekor”la %43’te kaldı. Ve belki de bu seçimlerin Avrupa halkı için elle tutulur tek fonksiyonu, genel seçimler öncesi prova niteliği taşıması, ülkelerinde bugün seçim olsa sonuçların nasıl olacağına dair ipucu vermesi oldu…
Sonuçlar deseniz, adeta Avrupa’da sağ yumrukların gecesi. Avrupalı muhafazakarlar zaferlerini 264 sandalyeyle taçlandırırken, en yakın takipçileri sosyalistler 185’te kaldı. Sosyalist lider Martin Schulz’un seçimlerin ardından yaptığı “Avrupa’da sosyal demokrasi için üzücü bir gece, hayal kırıklığı” itirafı da durumun kendileri açısından vehametini ortaya koyuyor.
Ve paradoksa buyrun! Başta Hollanda, İngiltere, Avusturya gibi ülkelerde ne kadar “Birleşik Avrupa hayali”ne muhalif parti varsa oylarını artırdı, hatta daha önce parlamentoda temsil edilmemiş olan bazı aşırı sağ partiler de ilk defa sandalye sahibi oldular. Seçmenlerine ülkeyi AB’nin yeni açılımlarından korumaktan tutun AB üyeliğinden ülkeyi “kurtarmaya” vardıracak kadar ileri giden ne kadar aşırı sağcı uç parti var, maşallah hepsi Avrupa Parlamentosu’nda. Komedi başladı, hayırlı olsun!
Ama durun daha bitmedi, komedinin bir de Türkiye ayağı var!
Malum ülkemiz medyası için şu AB bulunmaz malzeme kaynağıdır, her daim malzeme deposu. Şimdi de yeni bir sakız bulduk kendimize günlerce çiğneyecek. Aradan haftalar geçti, üzüntümüz hat safhada efendim!

Neymiş, Avrupa’da Türkiye karşıtlarının zafer gecesi, AB yolculuğumuz iyice zora girmiş…
Acı bir gülümseme alıyor yüzümü, “hadi bakalım buyur burdan yak” misali!
Elbette bu seçimlerin ardından ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin AB yolculuğu açısından çok da olumlu olmayabilir. Ancak adama demezler mi “biz ülkece müzakere sürecinde elle tutulur ne yaptık ki şimdi üzülüyoruz?” diye?
Sanki biz ülkece üzerimize düşen herşeyi yapmışız gibi, tüm sorumluluklarımız eksiksiz yerine gelmiş ve tüm kaideleri yerine getirmişiz gibi, evet hakkımızdır şimdi AP sonuçlarına üzülmek!
301’i hallettik, basın özgürlüğünde ciddi yol kat ettik, komşularımızla ilişkilerimiz düzeldi, ve hatta daha iki hafta önce bir gazeteci yazdığı kitaptan dolayı 28 yıl hapis istemiyle hakimin karşısında değildi!
Çok kötü olmuş bu seçimler, çok! Biz bunu haketmedik beyler, bizimle aynı gece müzakerelere başlayan Hırvatistan’dan ne eksiğimiz var??? Açtıkları müzakere başlığı sayısının bizimkinin neredeyse iki katı olması dışında tabi! Bahanecilerimizin bu konudaki klişeleri de hazır, “zaten bizi istemiyorlar.” İşin bu boyutuna hiç girmiyorum bile…
Hükümetimiz pek istekli görünmüyor malum bu reformlar konusunda, taban korkusundan tutun işin teknik boyutlarına kadar bir sürü mesele işin içinde. Ancak bu noktada kafama takılan da şu:
Yine aynı medya, yine aynı hükümet(ler) değil miydi Avrupa Parlamentosu’nun kararlarının AB Komisyonu için sadece tavsiye niteliğinde olduğunu, yani bağlayıcı olmadığını ve pek de ciddiye almamamız gerektiğini söyleyen? Kafamız karıştı değil mi? Evet, karışık mevzular!
İşte bu sürecin sonunda ortaya çıkan tablonun özeti: PAR-PAR: Paradoksal Parlamenterizm, hem Avrupa için, hem Türkiye için.
Ve şimdi bir Erasmus öğrencisi olarak benim kafamda uçuşan o iki fıkramsı soru;
1. Zaten reformlarda niyeti bozan ülkem hükümetine gün mü doğdu ne?
2. Acaba ülkemin AB üyeliğinin kaderinde hangisi görece daha etkili oldu, geçen günkü AP seçimleri mi, yoksa 22 Temmuz 2007’deki “bizim seçimler” mi?

Bora Yoldaş

21 Nis 2009

Facebook'ta demokrasi rüzgarı


Geçtiğimiz aylarda kullanıcı sözleşmesinin değiştirilmesiyle büyük tepki toplayan Facebook, yapacağı yenilikleri 'Facebook vatandaşlarına' soruyor.

ntvmsnbc
Güncelleme: 17:01 TSİ 20 Nisan. 2009 Pazartesi

İSTANBUL - Bu yılın şubat ayı başında yeni kullanıcı feragatnamesini kullanıma sokmasıyla büyük tepki toplayan, günümüzde birçok ülkeden daha fazla nüfüsa sahip bir kullanıcı topluluğunu ifade eden sosyal ağ sitesi Facebook, sitenin kullanım sözleşmesini yenilemeye hazırlıyor.

Facebook'un kurucularından olan ve şirketin CEO'luk görevini yapan Mark Zuckerberg, yayınladığı bir video ile tüm kullanıcıları oy vermeye çağırdı.

Şubat ayında gösterilen tepki nedeniyle, 26 Şubat tarihinde eski kullanıcı sözleşmesini yayına alan ve bundan sonraki tüm adımlarında daha açık bir politika izleyeceğini duyuran Facebook yönetimi, ilk adımı attı.

http://www.facebook.com/fbsitegovernance adresinden katılınabilecek oylama ile yeni Kullanım Sözleşmesi, Kullanıcı Hakları ve Sorumlulukları Bildirisi ve Facebook Kuralları ile ilgili yenilikleri oylamaya sunuldu.

Facebook Site Tönetim Oyu adı verilen uygulama, 23 Nisan tarihine kadar oylamaya açık tutulacak. ü

Site yönetiminin, önceden hazırlanmış yeni kurallar üzerine yapılan kullanıcı yorumlarını göz önünde bulundurarak oluşturduğu yeni yönetmelikleri şimdilik %73,15'e 26,85 oyla kabul edilecek gibi görünüyor. Ancak oylamanın bitmesine daha var.



Habere ilişkin benim yorumum: Bence insanlar çeşitli gruplar vasıtasıyla Facebook'taki türlü değişiklikleri protesto yoluna giderlerken (sitedeki tasarım değişikliği, sözleşmeye ilişkin tartışmalar, vs.) kesinlikle katılımcı demokrasinin bir gereği olarak da bu oylamaya katılmalılar. Birşeyleri protesto etme hakkını kendimizde görmek istiyorsak, ilk önce üzerimize düşeni yapmalıyız. Haydi bakalım Facebook pasaportlular, sandık başına! :)

22 Oca 2009

A Prime Minister With Senses…


(*: One of my articles, written for my academic studies in Panteion University of Athens on 20th January 2009, published here with a delay)

A Prime Minister With Senses…

Bora Yoldas

Everything started in the Middle – East again and again, a few nights before the new year’s eve. On December 27th, the Israeli troops created maybe one of the worst nightmare in the problematic region. The first news were gliding such a mess, “hundreds of people were badly wounded”. And up to today, the tragedy stil goes on in Gaza.

Although the ceasefire ,declared 3 days ago by Israeli part, both parts showed that they’d rather keep their faith in struggle at least. And now, we are all living the pain of getting used to one sorrow more. A sorrow broadcasted in a daily basis and updated on news sites day by day.

No doubt, it wasn’t also so easy for Turkey, a country based on one of the most strategical locations for the world politics. Accepted pairing when its religious roots are taken into account, it makes the issue for Turkey more and more “sensitive despite everything”.

Tayyip Erdogan, the prime minister of Turkey with Islamic roots, was also one of the people who was feeling sorry not only as a politician, but firstly as a human-being. Like most of the world leaders, without the US policy and its representers of course, he was not late at all to lash this massacre.

The naked truth, the moderate Islamist government’s leader was completely ready to protest something. While the civilized world’s global representer United Nations was trying to find a solution with great efforts, Erdogan was just on time. No matter though being dubbed “Neo-Ottomanist”, maybe even more proudly, there was even no need to think twice to hesitate for bowling out the allied force.

As a well known reality, Turk-Israeli friendship’s roots go through the past points of the history. Since the mass deportation held by the 15th century Spanish authority, from Sephardim* to the genocide held by Nazis; the efforts of Ottoman Empire and Modern Turkish Republic during the bloodstained terms… Jewish people will never slip those "gift"s. However, he shown no tolerance. Even as the head of a country, helping managing the regional problems to both US and Israel as a close partner.

Surely it was a nice gesture, a sensitive and humanist prime minister giving speech to media almost everyday regarding this issue. He was such audacious, maybe as the most sensitive leader of Middle East and even more of all the Arabic states!

Such a sensitive and humanist politician, who even doesn’t hesitate to forget all the social, political and economical problems of his own country for which is the first responsible . He directly choses to give his message, by even mentioning that “Allah (God) will punish Israel”. Efforts for democracy waiting to be spent for especially the EU membership process, Kurdish issue, foreign affair problems, even the scandals his colleagues’ names are spelled out . No to all, now it was the time for abdicating everything, although even while an Arabic country, Egypt wasn’t so sure to open the border of Rafah for the Palestinian refugees. However, some societies somehow refused to understand his humanism. Just like New York Times, commenting Erdogan’s declarations as a bit strange when it comes to a cold-blooded attitude which a leader is supposed to have. (Turk Raises Eyebrows in Criticism of Israel, 10th January 2009, by Sabrina Tavernise) And the last critique from Financial Times: “But Mr Erdogan's emotive response has damaged Turkey's position as a non-partisan interlocutor in the region, attracting comment in the Israeli press, remonstrations with the Turkish ambassador in Tel Aviv and anger among Jewish lobby groups in the US.” (Delphine Strauss, 21st January 2009)

Maybe it may increase Erdogan’s vote potential in Turkey more and more contexting the conservative turkish population. Yes, a really leonine sortie - moreover, including a kind of sacrifice about even the benefits of his own country!

Turkish government did the necessary thing during a period tried to be created for any possible negotiation between Arabic – Jewish parts, however wasn’t it a bit unnecessarily abrubt and passionate? Probably Mr. Erdogan wanted to draw attention on his foremanship in diplomacy, which all the global leaders have forgotten to show. And now, Turkey is the hero of the middle-east.

Although it’s almost impossible to pledge Erdogan’s reaction was effective enough to stop the operation, it doesn’t mean that it won’t effect the Turkish – Israeli relationships in a negative, or positive way. Especially during a critical period Turkey had been experiencing about a possible recognition of the Armenian Genocide by the influence of Obama and his senators, and Cyprus question as another model, these perfect quotes may show their affects on Turkey. Therefore, it’s a big hope that AKP (led by Erdogan) won’t deny the efforts of the Jewish lobby and Israeli government especially to avoid the recognition of Armenian Genocide via such a fait accompli without any “detailed historical archive research” as demanded by the current Turkish Government.

However, although everything, when it’s taken into consideration that Jewish friends are the one of the best supporters of this critically positioned country, the hopes in Turkey is in the direction of no change with Israel. Beyond doubt, both those two countries need each other. Although Turkey is the one who needs them more nowadays.

*: Sephardim: (plural of Sephardi) The Jews who came from the Iberian peninsula.

19 Haz 2008

Güzel Haberler & Sıcak Gündem


Herkese merhaba!


Dönemin bitmesine sayılı günler kala, Fındıklı Rotaract Kulübü olarak adımıza yakışır bir tavırla yeni döneme hazırlanıyoruz. 15 Haziran 2008 günü gerçekleşen bölge asamblesiyle hem bölgedeki diğer Rotaract arkadaşlarla kaynaşma fısatı bulduk, hem de kulüpçe gösterdiğimiz yoğun katılımla yeni döneme hazır bir Fındıklı izlenimi verdiğimize olan inancımızı tazeledik. Ardı ardına Rota Spor ve Bölge Asamblesi gibi organizasyonlar ve bu organizasyonlara gerek hazırlık sürecimiz, gerekse de her birinden alnımızın akıyla çıkmamız; aslında Fındıklı Rotaract Kulübü'nün bu camiada gelenekselleşme bağlamında da son derece önemli olan pozisyonunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu arada Selin Babacan arkadaşımızın da bu dönem bölge komite koordinatörlüğüne layık görülmüş olması yüzümüzü bir kat daha ağarttı. Tebrikler Selin :)

Gelelim UHK'ya;



* İlk güzel haber okyanus ötesinden, Amerika Birleşik Devletleri'nden geldi. Geçtiğimiz günlerde, Kathryn'in kulübü Rotaract'ın 40. kuruluş yıldönümü dolayısıyla Los Angeles'ta bir dizi etkinlik düzenledi. Bu etkinliğin bir parçası olarak da, dünyanın dört bir yanından Rotaract kulüplerinin geçmiş yıllardaki etkinlik fotoğraflarından oluşan son derece güzel bir slayt gösterimi yapıldı ve Rotaract'ın 40 yılından kareler gösterildi.



Özetle; ben de 1989-90 ve 1990-91 dönemine ait kulüp fotoğraflarımızı kendilerine ulaştırdım ve bu slayt gösterisinde Fındıklı Rotaract Kulübü de dört fotoğrafla yer aldı. Video, http://video.google.com/videoplay?docid=-1561900402448644249&hl=en adresinden izleyenebilir. Bu arada bizim fotoğraflarımız zamanlama olarak 02.25 - 02.32 arasında.



Ayrıca filmi indirmek isteyenler de bir hafta boyunca https://download.yousendit.com/9AE0993A5F69592F adresinden dosyaya ulaşabilirler.



* İkinci haber de yine ABD'den, bu sefer Illinois'den. Bu seneki World Rotaract Week dolayısıyla yaptığımız "Recognition" başvurumuz kabul oldu ve UHK başkanı olarak tarafıma bir teşekkür mektubu ve Rotaract'ın 40. yılına vurgu yapan harika bir rozet geldi, rozeti bir sonraki toplantıda gururla bayrağımıza takacağız. Özellikle bu sene tanımayı (recognition) almış olmamızın ayrı bir anlamı var; zira 40. yılda dünya Rotaractörleri ile bu onuru paylaşmak ve ABD'deki Rotaryen büyüklerimizle bu 40. yıl coşkusuna ortak olmak şüphesiz her Rotaract kulübü gibi Fındıklı Rotaract için de ayrı bir önem arzetmektedir.



Sevgili Rotaract dostlarım,



Bugüne kadar kulüpçe birçok başarılı organizasyonun altından kalkmanın haklı gururunu yaşarken, şimdi gözümüz bir sonraki toplantımız ve kulüp asamblemizde. Kulübümüzün bu işlerin üstesinden de aynı ustalıkla geleceğinden zerre kadara şüphem yok,ve gelecek sezon bizi bekleyen yoğun gündeme hazır olduğumuzu bir de bu etkinliklerimizle ispatlayacağımızdan da...



Şimdilik benden bu kadar :)



Rotaract Sevgi & Saygılarımla,



Bora Yoldaş



Uluslararası Hizmetler Komitesi Başkanı